bir gün mutlaka

kapitalizm yok edilmedikçe , gerçek bir barıştan söz etmek imkansızdır


.

.

.

.

.
rozerin ..

Forum


yeri geldiğinde sertleşen , o yumuşak terzları ve aşka ,
kent sorunlarına , yalnızlığa , hüzne dair yaktıpları
güzel bestelere ilgi duymamak mümkün değil ..


Almanya'da bir grup dazlak kafalı neo-Nazi, bir Türk ailesinin evini ateşe verip çoluk çocuk, diri diri yaktığında yüzlerce duyarlı Alman hemen olay yerine koşup katliamı protesto eden sloganlarla yürümüştü.
Dillerindeki slogan neydi hatırlıyor musunuz:
"Hepimiz Türküz!"
* * *
Bu, bir duyarlılık sloganıdır.
Bu, "Size yapılan haksızlığa inat, biz de sizdeniz" demenin, acıyı paylaştığını ilan etmenin en yalın, en manalı yoludur.
Şimdi Alman faşistlerinin bu jeste karşılık bir şarkı yazıp "Plan yapmayın plan / gitmez Alamanya'da / kahpelik yalan dolan / tutmaz Alamanya'da" dediğini düşünün.
Aynı şarkıda Türk evlerini kalleşçe ateşe verenlere övgüler düzülsün, "Hans'larla, Patric'ler / bitmez Alamanya'da" diye tehdit savrulsun.
Şarkının klibinde de "Bırakın ezan okumayı / Türkçülük taslamayı / Millet böyle dolmayı / yutmaz Alamanya'da" denilsin ve "Hepimiz Türküz" diye yürüyen Almanlar hedef gösterilsin.
Alman makamları bu şarkıyla suça övgü düzen ırkçıların derhal yakasına yapışırdı.
Ya Almanya'daki Türk toplumu ne hissederdi; düşünsenize...
* * *
Prof. Oran ve Prof. Kaboğlu'nun devletin isteğiyle hazırladığı Azınlık Hakları Raporu'nu "halkı kin ve düşmanlığa tahrik edici" bulan, orada yazılanlarda "yakın ve açık tehlike" kokusu alan yargının bu türkü karşısında ne yapacağını merakla bekliyoruz.
Dava açılır, kaset toplatılır, klip yasaklanırsa, Dink cinayetini savunanların tepki sloganını tahmin etmek zor değil:
"Hepimiz Türüt'üz!.."
* * *
İsmail Türüt belki Karadeniz'in bir bölümünden alkış almak, belki ırkçı bir damarı gıdıklamak uğruna ucuz bir propaganda türküsünü seslendirmiş, açıkça suçu ve suçluyu övmüştür.
Yine de ben Türüt'ün, bir gazeteciyi, bir aydını, düşünen bir beyni kalleşçe kurşunlayan bir katili övecek kadar gaddar olabileceğine inanmıyorum.
Gerçekten dünkü Milliyet'e söylediği gibi "Bir Müslüman olarak" bir insanın öldürülmesinden haz duymuyorsa, bir an için kendini öldürülen o insanın ailesinin yerine koymalı ve türküsünü piyasadan toplatıp özür dilemelidir.
Hatta türküsünü biraz tadil etse, Karadeniz için de iyi olur:
"Bir uşak ensesinden / vurulmaz Karadeniz'de
Öyle kalleşçe pusu / kurulmaz Karadeniz'de...
Fatihmiş, Yasinmiş / bilinmez Karadeniz'de
Katillere kahraman / denilmez Karadeniz'de..."
* * *
Tabii işin Türüt'ün özrüyle, savcıların girişimiyle bitmeyeceğini de biliyoruz.
Asıl, bu kini üreten toplumsal kültürü, hepimizin içindeki "Türüt"ü sorgulamak gerektiğine inanıyoruz.
"Masum bir bebekten bir İsmail Türüt çıkaran bu kültürel iklim sorgulanmadıkça bizlere huzur yok kardeşlerim."

(can dündar'dan alıntı .)




14/09/2007
Che’nin şiir defteri yayınlanıyor
Che’nin tuttuğu şiir defterinin içeriği 40 yıl sonra ilk kez açıklandı

Che’nin tuttuğu şiir defterinin içeriği 40 yıl sonra ilk kez açıklandı. Bolivya’nın bir köyünde CIA tarafından öldürülen Arjantinli devrimci Che Guevera’nın yeşil, kenarları yıpranmış defterinin içeriğinde askeri planlar ya da siyasi yazılar değil, el yazısıyla yazılmış en sevdiği şiirler bulunuyor.
Defterdeki 69 şiir arasında, Şilili usta şair Pablo Neruda’nın, Kübalı Nicolas Guillen’in, Perulu Cesar Vallejo’nun şiirleri bulunuyor. Meksika’da bir yayınevi, defteri önümüzdeki ay Guevera’nın ölüm yıl dönümüne denk gelecek şekilde yayınlamayı planlıyor. Che’nin biyografisini yazan Meksikalı yazar Paco Ignacio, kitaba yazdığı önsözde şöyle diyor: “Che yakalandığında, askerler çantasını aradılar ve iki defter buldular. Birinde Havana ile iletişim kurmak için şifreler vardı, diğeri ise bu yeşil defterdi.” Ignacio, defteri siyasi ve duygusal şiirlerden oluşan “içten bir seçki” olarak niteliyor.
Defteri yayınlamaya hazırlanan Planeta Yayınevi, deftere nereden ulaştıklarını açıklamıyor ancak gerçekliğini doğrulamak için iki yıl uğraştıklarını belirtiyor. (evrensel kültür)


12 Eylül´e tanklı protesto
12 Eylül darbesinin 27. yılı İstanbul´da Taksim´de yapılan yürüyüş ve basın açıklaması ile protesto edildi. Çeşitli kurum ve örgütlerden yaklaşık 300 kişinin katıldığı gösteriye 40 kadar da anarşist katıldı.

Alana üstünde "Tanklar parçalanmadıkça özgürlük olmaz" yazılı tank maketi ile gelen anarşistler yoğun ilgi ve destek gördü. Polisin İstiklal Caddesinde tankla yürümeye izin vermemesi üzerine meydanda tank sembolik olarak parçalandı ve yürüyüşe geçildi. Meşalelerle yapılan yürüyüşte ortak olarak "faşizme karşı devrimci dayanışma", "kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz", "yaşasın halkların kardeşliği", "biji biratiya gelan", "gün gelecek devran dönecek darbeciler halka hesap verecek" sloganları atıldı.

Yürüyüş Galatasaray Lisesinin önünde son buldu, yapılan basın açıklamasının ardından, eylem sona erdirildi.
(alıntı.)

tüm dünyaya ..
uzak bir kuytuda akan küçük ırmağa..
yuvasındaki yavrusuna yemek veren kuşa ..
güneşe bakan ayçiçeklerine balkanlardaki..
elindeki azıcık suyu ,kollarındaki çocuğuna içiren afrikalı kadına ..
bombalarla parçalanan bedenlere ıraktaki ..
dağlarda ateş başında türkü söyleyenlere..
filistinde tanklara sapanlarla karşı duran militanlara...
selam dünyaya kızıl bir eylül akşamında
selam türkiyeden şiliye...

cem s.

sınırsız feminist clara ..


alman asıllı olan clara , bir rus olan osip cetkin ile evlenip bu soyadı almıştır !!aralarında resmi bir nikah yoktur !!evliliğe karşı olan çift , birbirlerini gerçekten severek beraber yaşamışlardır !!osip'le geçen zamanı süresince iki çocuk doğuran clara , tüm yaşamını sosyalizme ve kadın haklarına adamış bir devrimciydi ..dünya devrimine olan sonsuz inancı ile savaşın durdurulması için var gücüyle mücadele etti..enternasyonal bir devrim anlayışına sahip son günlerine kadar düşüncelerinden vazgeçmedi ..

saygıyla anıyoruz ..

cem s.

daha geniş bilgi için bu linke göz atın ..

http://www.tarihsayfam.com/tarihe-ge...ra-zetkin.html


denizkızı

birden gözlerimi açınca yine aynı yatakta ve yine aynı dünyada olduğumu anlayarak kalktım düşümden..bir türlü çözemiyordum , acaba hayat düşlerimizden mi ibaret yoksa yaşadığımız şeyler mi gerçekten bizim hayatımız …belki de gerçek olan sadece düşlerimizdi…

işte yine o sabah aynı garip düşüncelerle kalkıp ustamın yanına gitmek için hazırlanmaya başladım ..güzel bir balık avı için sabahın bu erken saatleri oldukça ideal ..yanıma her zamanki eşyaları alarak çıktım evden ..ustam uyandığımda evde değildi ..bazı akşamlar sahilde sanki denizden biri gelecekmişçesine gözlerini dikip saatlerce beklerdi ..böyle akşamların sonu genelde sandalda serin bir uykuyla biterdi yaz aylarında..yine öyle bir akşamın sabahıydı bugün..

ustamı tanıyalı henüz bir-bir buçuk ay olmuştu ..sahilde yarı aç dolaştığım günlerin sonu olmuştu onunla tanışmam ..onun yanında çalışıp onun yalnızlığını paylaşıp onunla yemek yiyecektim artık ..ve hayatımın belkide büyük bölümünü onunla geçirecektim ..

sandalın yanına geldiğimde onu her zamanki düşünceli haliyle ağları temizlerken buldum ..
ve yeni doğan güneşin ışıldattığı bıyıklı suratına bakarak günaydın usta dedim ..
o da hep aynı gülümseyişi,ağzında sigarasıyla elindeki ağları temizleme işine birkaç saniye ara vererek bana döndü ve günaydın evlat , hoşgeldin dedi..

ben sık sık bilmediğim ve merak ettiğim şeyler hakkında ustama sorular sorup duruyordum ..o da hiç sıkılmadan usanmadan , bildiği herşeyi paylaşmaktan büyük bir mutluluk alıyormuşçasına bana aktarırdı ..onunla her konuda konuşurduk ..yeri geldiğinde düşlerimiz ..yeri geldiğinde aşk..yeri geldiğinde eski yaşamlar..yeri geldiğinde de balıklar …ama o en çok balıklar ve denizden bahsederken heyecan içinde anlatırdı düşüncelerini..balıklar ve deniz hakkında o kadar güzel şeyler anlatırdı ki yıllarca baktığım deniz sanki başka bir deniz ; yıllarca adını duyduğum balıklar , sanki başka balıklardı ..onun dilinden çıkan her kelime kendi anlamından bambaşka bir anlam taşıyordu sanki..

sandalla denize açıldığımızda dalgaların sandala çarpmasıyla çıkan seslere, ustamın mırıldandığı güzel bir ezgi eşlik ediyordu ..söz yoktu… sadece insanın içine işleyen güzel bir ezgi ..balıklar sanki bu ezgiyi duyup bizim ağlarımıza takılıyorlardı öleceklerini bile bile ..belki de balıklar ,ölümün en güzeli buydu diye düşünüyorlardı diye kendimi avutuyordum kendimce…

bir yandan güneşin ışıltısı , bir yandan sandala vuran dalga sesleri bir yandan tenekenin içinden zıplayarak sandala atlayan balıkların sesi eşliğinde ilerlerken ; ustam ve ben balıkları avlamanın hüznü içine düşmüştük sanki .. balıkları yakaladığız için sevinmemiz gerekirdi ..akşam yemeğimiz çıkmıştı aslında ..ama ikimizin de gözlerinden okunan garip bir hüzün kaplamıştı bulunduğumuz ortamdaki havayı..ve birden gözlerimin önünde canlandı, ustamın balıkları yakalarken gözlerinden akan yaşların denizin tuzlu suyuna karıştığı an..

kıyıya vardığımızda yaptığımız ilk şey balıkların bir bölümünü yemek için ayırmak oldu ..yarın sabah ve bu akşam için yeterince balık ayırdık kendimize..balıkların diğer kısmını ustam götürüp pazarda satacaktı ..birkaç kuruş kazanmak için..akşam güneş battıktan epey sonra kapı açıldı ve ustam içeri girdi ..ona nerde kaldığını sormak istedim ama sormadım… çünkü nerede olduğu biliyordum ..eminim yine sahilde güneş batana dek dolaşıp durmuştur..

ben balıkları hazırlamıştım ..ustam da gelince yemeğe başladık ..ve ben çekinerek de olsa sordum ustama ..neden bazı akşamlar güneş batana dek sahilde birini beklermiş gibi dolaşıyorsun diye..ustam yemeğini yerken birden duraksadı ..evet birisini bekliyorum dedi..ben merakla ilgi odağımı bu sözlere çevirmiştim ..kim gelecekti..nerden gelecekti..bir türlü anlamıyordum..


ve ustam anlatmaya başladı..bak evlat ..biliyorsun ..yaşadığımız bu koyun adı aşıkyutan koyu..bunun bir hikayesi var, yemeğimiz bitince anlatacağım sana...bu sözü duyar duymaz heyecan içinde yemeğimi yemeğe başladım …bir an önce yemek işini bitirip bu hikayeyi dinlemek istiyordum …


yemek bitmişti ..odamız mum ışığının ve dışardan gelen ağustos böceklerinin sesleri içinde tılsımlı bir havaya bürünmüştü..ve ustam bundan yıllar önce diyerek söze başladı …evet evlat bundan yıllar önce bir rivayete göre kıyının açıklarında görünen o ufak kayalıklarda , sahilde dolaşan erkekler bir deniz kızı gördüklerini sanıp kendilerini denizin tuzlu sularına atıp kayalıklara doğru yüzmeye başlarlarmış …ben de birden araya girerek sordum ustama ..usta gerçekten orada bir deniz kızı varmıymış ..oraya yüzenler döndüklerinde ne anlatmışlar usta dedim ..söylentiye göre upuzun sapsarı saçları olan birisi görünüyormuş evlat ..ama ne yazık ki oraya yüzenlerden hiçbiri geri dönememiş..ve bundan dolayıdır ki ..bu koyun adı o gün bugündür aşıkyutan koyu olmuştur …

ve ben öylece kalakalmıştım ..insanın buna inanması çok güç diye düşündüm bir an ..ama bazen insan inanmak istiyor bazı şeylere ..ve bu da böyle birşeydir sanırım dedim kendi kendime…ve sonra ustama dönerek sordum hemen ..peki usta sen inanıyormusun bu söylentiye..

ama ustam baş parmağı ve işaret parmağını arasında sıkıştırak mum ışığını söndürünce ..anladım konuşmak istemediğini ve bir rüyadan uyanır gibi kalktım ve yatağıma doğru gittim ..yarın yine erken kalkıp balık avına çıkacaktık çünkü….


ve aylar su gibi akıp geçtiğinde ..ve hayatımızı denize borçlu sürdürürken..ve herşeyi denize ve balıklara bağlı olan bir insan olarak ustam da sonunda kendini denize adadı…bir gün ustamın yanına gitmek için çıktım evden ..yine akşam yemeğini hazırlayıp onu beklemeye başlamıştım ama güneş battığı halde gelmedi…hemen sandalaın yanına gitmeye karar verdim ..sandala ulaştığımda ..orada olmadığını gördüm ..sandalın içinde bir kağıt vardı..hemen alıp onu okumaya başladım …

kağıtta bir şiiri andıran kısa bir yazı vardı :


yıllardır bekliyordum seni göreceğim günü..
denizdeki balıkların en güzeli…
tuzlu saçlarını okşamak
hiç konuşmadan sessizce bakmak gözlerine ..
ve adıyorum sana kendimi ..
denizdeki balıkların en güzeli…


şubat 2006-cem s.

"http://www.altyazi.net/mayis02/afis/itiraf.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.

Harun: benimle gelir misin?
Nilgün: ya olup bitenler?
Harun: olan oldu, her şey gelip geçiyor.
Nilgün: hiçbir şey geçmiyor. geçen yalnızca ZAMAN.
Harun: başka çaresi mi var?

(zeki-demirkubuz.blogspot.com)

Yazar. 1953’te Zonguldak Çelikel Lisesi’ni bitirdi. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı (1960). Kozan, Çarşamba ve Zonguldak liselerinde Fransızca öğretmenliği yaptı. 1972’de öğretmenlikten ayrılarak İstanbul’da kitapevi açtı. Varlık ve Türk Dili dergilerinde yayımladığı şiir, öykü ve çeviri yazılarından sonra, bir süre yazın yaşamına ara verdi. Yeni Dergi’nin eleştiri dalında düzenlediği yarışmada ikincilik ödülünü alınca (1968) yazın yaşamına döndü. Soyut, Gelecek, Yeditepe, yansıma dergileriyle Cumhuriyet gazetesindeki öykü ve eleştirileriyle tanındı. Milliyet Yayınları’nın, 1974 Roman Yarışması’nda Pansiyon Huzur adlı romanıyla ikincilik ödülü aldı. Ölümün Ağzı adlı romanıyla da TDK 1980 Roman Ödülü’nü kazandı.

Eserlerinden bazıları:
Pansiyon Huzur (1975), genelevde Yas (1978), Ölümün Ağzı (1979).

Mamak’ta artık bir mevziye dönüşen kültür-sanat festivalinin dördüncüsü 24 Ağustos akşamı etkinliklerle başladı.

Festival saat 19:30’da devrim şehitleri anısına yapılan saygı duruşu ve Avusturya İşçi Marşı’nın hep bir ağızdan söylenmesiyle başladı. İlk olarak Mamak İşçi Kültür Evleri adına bir konuşma yapıldı. Konuşmada, emekçilerin birliği ve ortak mücadelenin gerekliliği vurgulandı, festivalin bu açıdan taşıdığı önem ifade edildi. Bölgedeki yoksulluk ve yozlaşmaya değinilerek, işçi ve emekçilere yozlaşma ve yoksulluk dayatan sermaye iktidarına karşı mücadele etmekten ve örgütlenmekten başka bir yol olmadığı vurgulandı. İşçi Kültür Evleri’nin kültür-sanat alanında, işçi sınıfının devrim ve sosyalizm mücadelesinde tuttuğu yer anlatıldı. Sömürü düzeninden tek kurtuluşun, devrim ve sosyalizm mücadelesini yükseltmekten geçtiği ifade edildi.

Konuşmanın ardından Dertli Divani sahneye çıktı. Divani programına başlamadan önce kısa bir konuşma yaptı. Farklı kültürlerin eşit bir şekilde bir arada yaşamasının önemine değindi. İşçi ve emekçilerin dil, din, kültür, mezhep gibi bir takım farklılıklarının kullanılarak birbirlerine düşürülmeye çalışıldığını ifade etti. Emekçilerden bu tür oyunlara karşı bilinçli bir tutum almalarını istedi. Bu çerçevede İşçi Kültür Evleri’nin yürüttüğü çalışmaların önemine vurgu yaptı. Emekçileri bu tür kurumlar ile birlikte davranmaya ve dayanışmaya çağırdı. Divani’nin seslendirdiği deyişler ve semahlar ilgiyle izlendi. Divani programını savaşsız ve sömürüsüz bir dünya özlemiyle sonlandırdı.

Mamak İşçi Kültür Evleri adına yapılan ikinci konuşmada devrim mücadelesinin güncelliği ve zorunluluğu somut örneklerle anlatıldı. Konuşma kitle tarafından ilgiyle dinlendi.

Hasan Sağlam seslendirdiği türkü, marş ve halaylarla kitleye coşturdu. Birçok marşın hep bir ağızdan söylendiği coşkulu bir atmosfer oluştu. Devrimci marşların yanısıra Kürtçe ve Zazaca parçalar söylendi. Halaylara yoğun katılım oldu.

Mamak İşçi Kültür Evleri Şiir Topluluğu devrim ve sosyalizm mücadelesini anlatan şiirlerini sundu. İlk günkü program şiir dinletisiyle son buldu.

Etkinlik boyunca açılan dayanışma standları ile işçi ve emekçilerin festivale katkıları örgütlendi. Mamaklı işçi ve emekçilerin maddi olarak da festivali sahiplenmeleri sağlandı. Kadın Komisyonu’nun semtteki emekçi kadınlarla birlikte hazırladıkları kermes standı da emekçilerin ilgisini çekti.


(alıntıdır)

Amaçlanan neydi?

“CHP döneminde başlayan ABD ve Batı’yla yakınlaşma süreci, 1950 seçimleri ve DP iktidarı döneminde artarak sürdü. DP’nin dış borçlanmaya dayalı ekonomi politikası ve 1952’den itibaren NATO üyeliğine dayalı savunma politikasının bedeli, Türkiye’nin siyasal kararlarda Washington’a bağlanması oldu. DP döneminin dış politika anlayışı ‘ABD eşittir NATO, NATO eşittir ulusal politika, ulusal politika eşittir ABD’ biçiminde özetlenebilir hale geldi” (Melek M. Fırat, Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları (1945-1960), Toplumsal Tarih, Eylül 2000, s. 23).

Bu koşullar altında Türkiye, İngiltere tarafından Londra Konferansı’na çağrılmakla Kıbrıs sorununda resmen taraf haline getirilmiştir. Çünkü 2. emperyalist paylaşım savaşı sırasında başlayan ve artık İngiltere’yi zorlayan bir mücadele vardır. Kıbrıs Rumları’nın bağımsızlık mücadelesi. Adayı stratejik önemi dolayısıyla bırakmak istemeyen İngiltere, denge unsuru olarak masaya o güne kadar güdümünde hareket eden Türkiye’yi ve Kıbrıs Türkleri’ni sürmüştür.

Oysa ki Türkiye o güne kadar Kıbrıs’ta yaşananları İngiltere’nin içişi olarak nitelemiştir. 6-7 Eylül olaylarıyla amaçlananlardan biri burada karşımıza çıkıyor. Dünya kamuoyuna Türkler’in Kıbrıs’a ilgisini kanıtlamak.

Diğer taraftan 6-7 Eylül olayları, Türk burjuvazisinin büyük oranda azınlıkların elinde bulunan sermaye birikimini gasp etmesinde büyük rol oynamıştır. Bilinen birşeydir, iktidarı alan güçsüz Türk burjuvazisi bu güçsüzlüğünü iktidarı elinde bulundurmanın olanaklarıyla, özellikle şiddetle aşmaya çalışmıştır. CHP iktidarında uygulanan varlık vergisi ile azınlıkların elinde bulunan sermaye birikimlerine büyük darbe vurulmuş, fakat bu yetmemiştir. 6-7 Eylül olayları bu açıdan bir başka adım olmuştur. Çünkü sonrasında azınlıkların gayrimenkulleri gasp edilmiştir. Rumlara el çektirilmesinden dolayı piyasada doğan boşluk Türk burjuvazisi tarafından doldurulmuştur. Bu açıdan 6-7 Eylül devlet eliyle burjuvaziyi palazlandırmak politikasının bir uzantısı sayılabilir.

Olayların ardındaki uluslararası güç yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABD’dir. ABD bu şekilde Kıbrıs’ta İngiltere’nin oynadığı hakim role sekte vurmuştur. Bilindiği üzere olaylar İngiltere’nin çağrısıyla Yunanistan ve Türkiye’nin katılımıyla gerçekleşmekte olan Londra Konferansı sırasında gerçekleşmiştir. ABD emperyalist dünyanın yeni önderi olarak Kıbrıs’ta sürecin dışında kalmayacağını uydusu haline gelen Türkiye aracılığıyla göstermiştir.

Burada Türkiye’nin çelişik bir konumu olduğu açıktır. Çünkü gün geçtikçe ABD’ye bağımlılığı artan Türkiye, Kıbrıs sorununda o güne kadar İngiltere’nin güdümünde hareket etmiştir. 6-7 Eylül olaylarındaki CIA parmağı bu çelişik durumun nasıl çözüldüğüne de ışık tutuyor.

***

6-7 Eylül olayları ile birlikte yeni bir gelenek başlar. Ülkedeki Rumlar Kıbrıs sorununun bir aracı haline gelir. Devlet artık Kıbrıs sorunundaki gelişmelere bağlı olarak, gerekli gördüğünde vatandaşı Rumlar’a baskı yapar. Bu politikanın sonucu olarak ülkedeki Rumlar’ın sayısı oldukça azalmıştır. Gelinen yerde yüzlerle ifade edilmektedir. Düşünün ki, devlet verilerine göre 1924’te İstanbul’un nüfusu 1 milyonken, bunun 280 bini Rum ve ayrıca 26 bini ise Yunan uyruklu Rum’dur. Bugün İstanbul’un nüfusu 10 milyonu aşmıştır ve bunun ancak bir kaç yüzü Rumlar’dan oluşmaktadır!

6-7 Eylül olayları ile bir halkları mozaiği paramparça edilmiştir. Yüzyılların biriktirdiği tarihi değerler tahrip ve yağma edilmiştir. Çeşitli halkların yüzyıllar içinde yarattığı birarada yaşama kültürü dinamitlenmiş, komşu komşuya saldırtılmış, komşunun malı komşusuna yağmalattırılmıştır. Tüm bunlar emperyalizmin ve Türk burjuvazisinin kirli emellerinin sonuçlarıdır.

Basının katkısıyla hazırlanan provokasyon

1955’te yaşanan olaylar esasta iki ilde meydana gelmiştir, İstanbul ve İzmir. İstanbul’da yaşanan olayların fitili, (sahibi o zamanki adı MAH olan MİT’in hizmetinde çalışan) İstanbul Ekspres gazetesi tarafından ateşlendi. Fakat geçmeden belirtelim, olayların zemini bir bütün olarak dönemin mehmetçik basını tarafından (özellikle Cumhuriyet, Tercüman, Hürriyet ve Yeni Sabah) önceden hazırlanmıştır. Yaratılan Rum karşıtı hava bilinçli olarak sokaklara da yansıtılmıştır. Olayların bir tek zamanı bilinmemektedir. Patlayacak bombanın fitili 6 Eylül tarihli İstanbul Ekspres’in 2. baskısınca ateşlenir. Geçmeden ekleyelim, bu gazete normalde 20-30 bin basmaktadır, ancak bu sefer 290 bin basmıştır. Sonradan ifade edilenlere göre bu miktarda bir baskı o dönemin teknikleriyle birkaç günde gerçekleştirilebilirdi. Bu bilgilerin sonucu olarak “2. baskının” daha önceden hazırlandığ sonucuna varabiliriz.

(alıntıdır ..)


yavaş yavaş ölürler

Yavaş yavaş ölürler
Alışkanlıklarına esir olanlar
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Heyecanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.

Yavaş yavaş ölürler
Seyahat etmeyenler
Yavaş yavaş ölürler
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler
Vicdanlarında hoşgörü barındırmayanlar.

Pablo Neruda


Demokratik Toplum Partisi milletvekillerine ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e karşı başlatılan medya kampanyası devam ediyor.evrensel gazetesinden ..

Demokratik Toplum Partisi milletvekillerine ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e karşı başlatılan medya kampanyası devam ediyor. Bütün gazetelerin DTP’ye karşı birleştiği gün, Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün “Bizim mahallenin ülküdaşları” başlıklı bir yazı yazması da, “anlamlı” bulundu.
Gazetelerin dünkü sayıları, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Osman Baydemir’e verdiği yanıta geniş yer veriyordu. Erdoğan’ın bölgeye yatırım yaptıkları iddiasını “belirtti” yüklemiyle sunan gazeteler, Baydemir’in sözlerine “iddia” dedi. Başbakan’ın “Laf üretme, iş yap” sözünden yola çıkan haberlerde, “laf” değil “iş” vurgusunun öne çıkması dikkat çekti. Oysa gazeteler, hükümetin politikalarını yaptıkları işe göre değerlendirmekten yıllardır kaçınıyor. Dünkü gazetelerin birinci sayfalarını, şu başlıklar süsledi: “Laf üretmeyi bırak, iş yap” (Akşam), “Erdoğan: Laf değil iş üretin” (Bugün), “Baydemir hakkında inceleme başlatıldı” (Cumhuriyet), “PKK’lı haine şehit dedi / Osman’a inceleme” (Güneş), “Lafı bırak iş yap” (Hürriyet), “Baydemir’in sözlerine savcılık incelemesi / Ateşkes isteyen DTP’li, Milli Savunma Komisyonu’nda” (Milliyet), “Dokunulmazlıkları işe yaramayacak” (Posta), “Muhatabım halk / Taslakta ‘bölücü’ düşünce serbest” (Sabah), “Savaşı bırak işine bak” (Takvim), “Baydemir için jet soruşturma” (Vatan), “Savaşlı sözlere savcılık incelemesi” (Yeni Şafak), “Diyarbakır gerginlik istemiyor” (Zaman). (MEDYA SERVİSİ)

DİOJEN (Sinop' lu)

Kinik Yunan filozofu. M.Ö. 411 (412?) de Sinop'ta doğdu ve 324'te Corinthe' de öldü; sözde bu tarih, İskender'in Babil'de öldüğü güne rastlıyormuş. Babası Ikesios, saraftı ve oğluyla birlikte kalp para çıkarmıştı; o zamanlar zenginliği seven Diojen, kalpazanğı meydana çıkınca, yurdundan kovuldu; Atina'da sığınacak bir yer aradı; çocukluğundan

itibaren kanuna kar­şı itaatsiz bir ruh taşıyan ve böyle bir ruhla da yetiştiril­miş olan Diojen, bü­tün toplumun kendi aleyhine çevrildiği­ni görünce, isyanı büsbütün artmış, alaycı ruhu, kibri, yır­tıcı nükteleri yüzün­den etrafındakilerin acıma duygularından bile yoksun kalmış­tır. Dostsuz, ekmeksiz, başıboş ve sefil bir halde, uzun yollar yürümüş ve açlığını gidermek için ağaç yapraklarını yemeye mecbur olmuştur.


Bir gün, yiyecek bulmak için şuraya buraya koşan bir fare görünce: "Hele bak! Bu hayvan, Atina'lıların mutfağına girmeyi biliyor da, ben onların sofralarına oturamamak talihsizliğindeyim!" diye bağırmıştır. Bunun üzerine hayvanlarınkine benzeyen bir durumun en uygun doğa hali olacağını düşünerek, cesaretlendi. Ondan daha çok önce Antisthene, "doğaya uygsun bir surette yaşamak" ilkesini felsefeye te­mel yapmıştı. Diojen, ders vermemeye yemin et­miş olan bu filozofa, öğrenci olmak istediği za­man, bütün öğrencilerini kovmuş olan Antisthene, kendisini sopasıyla kovunca, Diojen, başını uzatarak: "Vur, konuştuğun sürece beni kovabilecek kadar sert bir sopa bulamaya­nsınız!" demişti. Bu suretle onun öğrencisi olmuş ve sürgün edilmiş bir adam olduğu ka­dar, hocasının felsefesine uygun gelecek kadar sade bir hayata katlanmıştır. Hocası gibi kuv­vetli bir iradeye, büyük bir karakter enerjisi­ne sahipti. Fakat ondan fazla olarak, güzel ve kolay konuşur, alaycı nüktelerde ustalık göste­rirdi. Konuşmasının çekimine tutulanlar, ondan ror ayrılırlardı.


Bir gün Egine'den Atina'ya gel­miş olan bir genç, onun konuşmalarını dinler­ken ailesine dönmeyi aklına getirememiş, onu aramaya gelen kardeşi de dinlemeye başlayın­ca, geri dönmeyi unutmuş, nihayet babaları ge­lip aynı çekime tutulunca, her üçü de Diojen'in öğrencisi olmuş (Diogene Laerce, liv. VI).


Onun yeni bir doktrini yoktur; yalnız oku­lu, Gorgias'ın getirdiği ince tartışmalardan ve mantığı, spekülasyondan kurtarmıştır. İnsana biri ruh, diğeri beden için olmak üzere iki disiplin kabul etmiştir: Beden jimnastikle, ruh ise erdemle gelişir.


Erdem, doğaya uygun bir surette yaşamak, yani olabildiği kadar arzu ve ih­tiyaçları azaltmaktan ibarettir; bu nedenle re­fah, nezaket, güzel sanatlar ve bilim, cezalan­maları gereken fazlalıklardır; güzellik, zengin­lik, onur, asalet... vb. iğrenilecek şeylerdir. Din ve kanunlar, politikanın icatlarıdır. Evlenme, mülkiyet kaldırılması gereken fazlalıklardır.


Zi­ra, doğa hükümetinde her şey ortaklaşadır. Ser­vet, kadınlar ve çocuklar, hepsi de böyledir. Bu kötüye kullanılan şeyleri düzelttikten sonradır ki, gerçekten bilge olanlar, her şeyin tek sa­hip ve efendisi olurlar. Bunun nedeni ise, açık ve kandırıcıdır; zira, her şey Tanrılara aittir; bilgeler ise, Tanrıların dostudur; ve dostlar ara­sında her şey paylaşılır. Antisthene'in daha ön­ce savunduğu bu fikirler, Diojen'de aşırı bir şekil alır. O, doğaya dönmek için kendisini bü­tün insel duygulardan uzaklaştırır ve kendisi­ne ''Köpek'' adını verir; tok olduğu zaman ho­murdanan ve açken yaltaklanan bir köpek!.. Büyük İskender'in yardımını reddetmiş ve Antipater'in verdiği bir mantoyu kabul etmemiş, yiyeceğini şehir sokaklarında aramış, verenleri okşayarak, vermeyenlere saldırıp ısırarak dolaş­mıştır. Bir keşkül, bir fıçı ve bir sopası vardı. Bir süre çiğ et yemeyi denedi; geceleri uyku­su nerede gelmişse, orada bir köpek derisine dönen mantosuna sarılarak yatardı; örneğin, nemli yerlerde, bir tapınağın merdivenleri üzerinde ve çoğu zaman, "Atina yurttaşlarının ken­disi için yaptırdıkları şahane ev" adını verdiği Jüpiter tapınağının kemeri altında uyurdu. On­dan sonra her çeşit aşırı hareketlere başladı; en şiddetli yazlarda ateşli kumlar üzerinde yu­varlanır, kışın çıplak ayakla karlar üzerinde yürür ve donmuş heykelleri kucaklardı. Bazen halkın sövüp saymalarından bezince, heykeller­den sadaka ister; avuçla su içebileceğini görün­ce kullandığı tası fırlatır atar, bir çocuğun mer­cimeği ekmek içine koyup yediğini görünce, ka­şığını terk eder...


İşte Diojen'in insan hayatı­nı yetkin bir duruma getirmek için gösterdiği örnekler bunlardır.




Diogene Laerce, ona eserinde geniş bir yer ayırmış, onun hakkında okuyup işittiği her şe­yi yazmıştır. Diojen, Euclide'in Okuluna, "bil­gi okulu", Eflatun'un öğretimine, "zaman kaybettirme" ve Dionysos onuruna yapılan yarış­lara, "büyük deli mucizeleri", hatiplere de, "za­manın uşakları" dermiş. Bir gün Eflatun'dan biraz şarapla, incir istemiş, o da bir testi şarap vermiş. Bunun üzerine Diojen: "Sana iki kere iki ne eder? diye sorulunca, yirmi diye kar­şılık veriyorsun, ne senden istenilen şeyi veri­yor, ne de sorulan soruna karşılık!.." demiş; bu suretle Eflatun' un gevezeliğini de anlatmak istemiş.


İnsanların, daima nefret eder göründükleri şeylerin arkasından koştuklarını anlatan Diojen, dostlara parmakları kapatmadan el uzatmalıdır; insanlar tozlarını silkelemek için kendilerini döver ve ayak çarparlar da, erdem­li olmak için bunu asla yapmazlar; aklının ele­me, tabiatının kanuna ve esenliğin servete zıt olduğunu söylermiş. Kendisini iyi döşenmiş bir eve götüren bir adam, ona artık yerlere tükürmemesini tembih edince, derhal onun yüzüne tükürmüş ve buradan daha kirli bir yer bula­madım, demiş. Göklerde olup biten şeylerden söz eden bir filozofa, göklerden ne zaman gel­diğini sormuş. Ne zaman yemek yemelidir? so­rusuna, zengin olunursa istenildiği zaman, fa­kirlikte ise güç yettiği zaman, cevabını vermiş. Lysis, ona Tanrılara inanıp inanmadığını sorun­ca, nasıl inanmam ki, demiş, karşımda Tanrıla­rın en büyük düşmanı olan sen varsın! Kral Philippe, kendisine kim olduğunu sorunca, şu cesur karşılığı vermiş: Senin açgözlülüğünün casusu! Kendisine bir heykel dikilmesini iste­miş; nedenini soranlara, reddedilmiş olmanın zevkini tatmak için! demiş. İlk kez dilenmeye mecbur olunca şu şekilde sadaka istemiş: Baş­kalarına veriyorsanız, bana da veriniz! Vermiyorsanız, vermeye benden başlayınız!.. Denys'in dostlarına nasıl muamele ettiğini şöyle anlatırmış: Şişeler gibi, dolu oldukları zaman kırar, boş oldukları zaman atar!.. Kendisine vaktiy­le kalpazanlık yaptığını söylemişler; evet, demiş, bir zamanlar sizlere benzemem lâzım gelmişti. Fakat, şimdi siz benim olduğum hale asla ge­lemezsiniz!.. Bir okula girmiş, orada öğrenciden çok ''müz'' heykelleri görmüş; hocaya: Tanrıla­rı da sayarsak epeyce öğrenciniz var! demiş. İs­kender, kendisini âlemin yurttaşı sayan ve ''Köpek'' takma adıyla Yunanlıların sevgi, alay ve hakaretle bağlandıkları bu adama imrenmiş olacaktır ki, "İskender olmasaydım, Diojen olur­dum!" demiş.




Sözlerini esirgemeden ve yerinde karşılık ve­rerek, insanların boş gurur, hırs ve budalalıklarıyle alay eden Diojen'in gerçek adamı aramak için gündüz fener yaktığını herkes bilir. Ona göre, Lakedemonyalılar, çocukturlar; diğer Yu­nanlılar ise, çirkeftirler; pis bir şey, yani ka­dındırlar. Kadını hor gören bu adam, onların tehlikeli ve adi olduklarını söyler; bir ağaca asılmış iki adamı görünce, soğukkanlılıkla: "Tanrılara dua ediniz ki, bütün ağaçlar böyle meyveler versin!" demiştir. Kadınlardan sonra din adamlarını hor görür. Düşlere, fala, kâhin­liğe inananlara bakarak insanı, hayvanların en ahmağı, doktor ve filozoflara bakarak da en zekisi sayar. Diojen, kendisini güneşle muka­yese eder. Kanun adamlarını da sevmez; ken­disini Serapis'le, İskender'i Bacchus'le temsil eder. Kendisini haydutlar bir esir pazarında sat­mışlar; kendisine ne düşündüğü sorulunca karşılık olarak: "Özgür insanlara kumanda etmek!" der ve "Kim bir efendi ister, kimin bir efen­diye ihtiyacı vardır!" diye haykırır. Corinthe zenginlerinden Xeniade adında biri, onu satın alarak kendisine yetiştirsin diye iki çocuğunu emanet edince, onlara, ata binmek, ok ve sa­pan kullanmak, başlarını kazıtmak ve yalınayak gezmek gibi şeyleri öğretmiş. Müstebitlerden biri, kendisine tanıdığı en güzel bronzu sorun­ca, şu güzel karşılığı vermiş: "Harmodius ve Aristogiton heykellerindeki bronz!..".

Diojen, yaşlanınca, yazın Corinthe'e gider, kı­şın Atina'ya gelirdi. Bir gün dostları, onu mantosuna sarılmış olduğu halde, Corinthe yakın­larında bir jimnaz olan Cramion'da yatmakta olduğunu gördüler; uyuyor zannettikleri Diojen'i ölü buldular ki, o zaman doksan yaşındaydı.

İlkçağlar, onunla çok uğraştılar; Corintheliler, onun adına, üzerine köpek çıkmış bir sü­tun, Sinoplular da adına bir heykel diktiler. Söz götürmez bir yeteneğe sahip olan Diojen için Eflatun, "Deliren Sokrat" derdi. Kendisi ne bir filozof, ne de bir büyük adam sayılabilir, fakat orijinal bir psikoz olduğu inkâr edilemez.

Diogene Laerce, onun bazı diyaloglar ve tra­jediler yazdığını, fakat gerçekte bu eserlerin yazarı Diojen olmadığını iddia edenler bulundu­ğunu anlatır; ve bu eserlerin bir listesini verir. O, aşağılık ve başıboş bir hayatın olduğu ka­dar, ince ve dokunaklı nükteler sarfedebilen özgür bir kişilik timsali olarak, halkımız arasında da tanınır.


06/09/2007
Ersin Çelik

Oğullarının askerlerce vurulduğunu söyleyen baba, bir binbaşının kendisine para teklif ettiğini iddia etti..evrensel gazetesi..

Tunceli’nin Mazgirt ilçesine bağlı Koyunuşağı köyü Gölek mezrasında önceki gün kardeşiyle birlikte ‘HPG’li zannedilerek’ askerler tarafından taranan Hıdır Taydaş ölümle pençeleşirken, baba Şahide Taydaş olayın kapatılması için kendisine bir deste para teklif edildiğini iddia etti. Baba Taydaş, “Sivil giyimli 4 kişi, ‘Binbaşının selamı var’ deyip bir deste para uzattı. Ardından söz konusu binbaşı telefonda bana, ‘Sana harçlık gönderdim’ dedi” şeklinde konuştu.
Hastane bahçesinde beklerken yanına gelen sivil giyimli 4 kişinin kendisini yoğun bakıma götürmek için çağırdığını belirten baba Şahide Taydaş, olayın büyütülmemesi için kendisine bir deste para teklif edildiğini savundu. Taydaş, söz konusu 4 kişiyle aralarında geçen diyalogu şöyle anlattı: “Yanıma gelenler muhtemelen askerlerdi. Bana ‘Binbaşımızın selamı var’ dediler, ‘Olay bir kere olmuş’ falan dediler. Bir süre içlerinden bir tanesi bir deste para çıkararak ‘Binbaşı sana gönderdi’ dediler. Ben de kesinlikle o parayı alamam dedim. Çünkü ben o parayı alsam çocuğumun kanına karşılık almış olurdum. Daha sonra o binbaşı yanımızda bekleyen uzman çavuşun cep telefonunu aradı, benimle konuşmak istedi. Yaptığım görüşmede, ‘Sana harçlık gönderdim’ dedi.”
‘Olay bir kaza değil’
Olayın bir kaza olduğunu düşünmediğini vurgulayan Taydaş, akşam oğulları Ali ve Hıdır Taydaş’ın, dayısının oğlu olan Baki Bulut’un evinden ayrılıp kendi evlerine doğru yola çıktığını anlatarak, “Bu iki ev arasında da büyük bir mesafe yok, aynı köyün farklı evleri 300-400 metre uzaklıktadır” dedi.
Daha sonra olayın ayrıntılarını oğlu Ali Taydaş’tan öğrendiklerini belirten baba Taydaş, şöyle devam etti: “Yolda yürürken birden askerler taramaya başlamış. Olayın yaşandığı yer öyle karanlık bir yer de değil. Aydınlatma lambalarının yakını olan bir yer. Onun dışında bizim çocuklar bölgede operasyonların olduğunu bildikleri için üzerlerine beyaz tişört de giyiyorlardı. Ellerinde de fener olmasına rağmen askerler sanki çatışma var gibi taradılar. İlk ateş açıldığında oğlum Ali kendisini yere atmış ve ‘Niye ateş ediyorsunuz, biz buranın insanıyız’ diye bağırmasına ve Hıdır vurulup yere düşmesine rağmen ateş etmeye devam etmişler.”
Olayın yaşandığı yere bir süre sonra helikopterin geldiğini söyleyen Taydaş, yaralı oğlunun askeri helikopterle önce Elazığ Askeri Hastanesi’ne getirildiği, vücudundaki mermiler çıkarıldıktan sonra Elazığ Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne götürüldüğünü ifade etti. Baba Taydaş, “Hıdır için açılan dosyayı ve üzerinden çıkarılan kurşunları da askeri hastanede bıraktılar bize ulaştırmadılar” dedi.
‘Asker, yanlarından ayrılmıyor’
Olayı duyar duymaz Elazığ’a hastaneye geldiğini belirten Hıdır Taydaş’ın halasının kızı İpek Kocaman ise şunları belirtti: “Hastaneye geldiğimizden beri biri uzman çavuş olmak üzere askerler bizim yanımızdan hiç ayrılmıyor. Nereye gitsek bizle gelmek istiyorlar.” Askerlerin kendilerini bu kadar yakından kontrol etmeye çalışmasına anlam veremediğini belirten Kocaman, askerlerin akşam için ise kendilerine otel ayarlayacaklarını söylemelerinin da anlaşılmaz olduğu dile getirdi. (Elazığ/DİHA)

13 günde beş işçi öldü

13 günde beş işçi öldü
günay Akarsu 23 Ağustos'ta Selah Tersanesi'nde çalışırken elektrik çarpması sonucu öldü. Tuzla'da ortalama ayda bir işçinin kazalarda ölmesi 8 Ekim 2006'da Radikal'de duyurulmuştu..foto:ismail saymaz
Tuzla'daki tersanelerde beş işçi daha öldü. Limter-İş, işçilerin taşeronlarca çok çalıştırıldığını belirterek ölümleri cinayet olarak niteledi. Tersane sahibi Torlak'a göre kazaların nedeni dikkatsizlik

05/09/2007 ..radikal gazetesinden....

İSMAİL SAYMAZ

İSTANBUL - Günay Akarsu daha 28 yaşında 'Maktül Akarsu' olmadan evvel, "Artık dayanamıyorum" dediği Tuzla Tersaneleri'ne beş yılını verdi. Tüm hayali, elektrikçi dükkânı açmaktı, fakat olmadı. Akarsu, 23 Ağustos'ta Selah Tersanesi'nde elektrik çarpması sonucu kayıtlara 'maktül' diye düştü. Tıpkı iki gün önce Torgem Tersanesi'nde ölen Cabbar Ongun, bir hafta sonra İstanbul Tersanesi'nde elektriğe kurban giden Cengiz Tatlı gibi... Bu cenazeler yeni kalkmıştı ki, 31 Ağustos ve 3 Eylül'de de iki işçi 'kalp durması' sonucu yaşamını yitirdi. Tuzla'da 13 günde beş işçi kaybedildi. Nasıl mı? Akarsu'nun ölümüne tanık olan işçi Murat Demirci anlatıyor:
"Bu işyerinde mesai sabah 9'da başlar, akşam 6'da sona erer. Paydostan sonra, işin yoğun olduğu zamanlarda 19.00'dan 22.00'ye kadar fazla mesai yapılır. 15 gündür fazla mesaiye kalıyorum. Maktül geçen hafta kalmıştı."

Hayali dükkân açmaktı
Tülay Keskin ortanca ağabeyi Akarsu'nun fotoğrafına baktıkça gözleri doluyor. Akarsu, üç kardeşin ortancası. Tunceli'den göçtükleri Bursa'da büyüdü. Ortaokuldan terk, elektrik tezgâhında çıraklıktan pişme yılları...
Akarsu, beş yıl önce göçtüğü Tuzla'da tersanelerde hizmet veren Bora Elektrik adlı taşeron firmaya 'elektrik uzmanı' olarak girdi. Ablası Keskin'e göre Akarsu, beş yıldır geceli gündüzlü çalışıyor ve 'fazla mesailere' artık katlanamıyordu. Bir keresinde "Ayrılacağım" demişti.
Tam 10 gün önce Mersin'den ziyarete gelen ağabeyi Güven, "İzin al" demişti, "Tatile çıkalım." Akarsu, önce 'Evet' demiş, sonra "Bir gemi geldi, bitirelim, sonra..." diyerek caymıştı.

İki gün önceki ölüm...
O hafta Rus bandralı 'Modieisk' adlı gemi Selah Tersanesi'ne yanaştı. Akarsu elektrik tamirini yapacaktı. 23 Ağustos'ta bekâr evinden çıkarken tersane iki gün önceki ölümü konuşuyordu: Torgem Tersanesi'nde 'Gimsa' adlı taşeron firmada 42 yaşındaki Cabbar Ongun, elektrik kazası sonucu ölmüştü.
Akarsu, saat 16.00'da arkadaşı Ufuk Çiftçi ile elektrik trafosunun bulunduğu güvertede çalışmaya koyuldu. Çiftçi, 'Aaaa!' bağrışıyla irkildi. Akarsu, jeneratör panosunun üzerinde yüzü koyun kıvrılmıştı: "Elektrikten anlamadığım için müdahale etmedim. Geminin elektrikçisi geldi, elektrikler kesildi. Dışarı çıkardığımızda maktül nefes alamıyordu."
Akarsu'nun elinde ve göğsünde elektrik kablosu yanıkları vardı. Bilirkişi Dr. Şule Karabinalı, kablo yarasının elektrik çarpmasından kaynaklandığını saptadı.
Akarsu, ne ilk ne de son 'maktül'dü. Bir hafta sonra İstanbul Tersanesi'nde, Umut Gemi adlı taşeron firmada taşçı olarak çalışan 29 yaşındaki Cengiz Tatlı da elektrik çarpması sonucu öldü. Bir gün sonra Tuzla Tersanesi'nde 'Derya Denizcilik' adlı taşeron firmada montajcı Kenan Kara 'kalp krizi' sonucu öldü. Kara, 30 yaşındaydı. Bu ölüme, 3 Eylül'de Desan Tersanesi'nde çalışırken 'kalp durması' sonucu ölen 41 yaşındaki, dört çocuk babası Bekir Özmen eklendi.

20 ayda 14 işçi öldü
DİSK'e bağlı Liman, Tersane, Gemi Yapım ve Onarım İşçileri Sendikası (Limter-İş) Eğitim Sekreteri Kamber Saygılı, 25 bini aşkın işçinin çalıştığı tersanelerdeki ölümlere 'iş cinayeti' adını veriyor. Saygılı, "Tersanelerde çalışma saatleri 10 saati buluyor, tüm alanlarda taşeron firmalar iş görüyor, ücretlerin düşüklüğüne iş güvenliği ve işçi sağlığının olmaması ekleniyor" diyor.
Saygılı'ya göre, ölümlerin çoğu elektrik çarpması, patlamalar ve yüksekten düşme sonucu meydana geliyor. Limter-İş verilerine göre geçen yıl sekiz, bu yıl altı, 20 ayda toplam 14 işçi öldü.

gorkiy

ne kendini bilmez bir serseriyim;

ne de serveti belirsiz bir zengin...

kalbim var ummanlar gibidir

kalbim ummanlar gibi engin...

belki çözülmez bir bilmeceyim;

belki de aradığını bulamamış bir kaşif...

ne aklını yitirmiş bir deliyim;

ne de yeldeğirmenlerine saldıran bir şaşkın..

kalbim yıldızlar gibidir

kalbim yıldızlar gibi belirgin...

belki yarım kalmış bir kitabım;

belki de sevdaya tutsak bir mecnun...

ne gururuna yenik düşen bir aşığım;

ne de insanları düşündüren bir bilge..

kalbim sığ bir göl gibidir

sığ bir göl gibi durgun...

belki tanrıya ulaşamamış bir ermişim;

belki de kendini ispatlayamamış bir peygamber...

oysa herşey nefes alıp vermek kadar kolay...

ama belki de ölümlere alışmak kadar zordur;

bir insanı sevmenin bu kadar acı verebileceğini düşünmek...

kalbim savaşta yıkılmış bir kent gibidir

yıkılmış bir kent gibi hüzünlü...

belki çatışma ortasında mermisiz kalmış bir savaşçıyım;

belki de son umudunu cebinden hiç eksik etmeyen bir tutkun...!



cem s.

6 şubat 2004.

Vatan Haini

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ."

Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

nazım hikmet ran.

http://www.esmerdergisi.com/karikatur/resim.jpg

Küçükken anlamazdım olan biten çoğu şeyi... Bir yandan büyükler bana ''kitap okuyor musun'' diye sorarlardı. ''Oku oku iyidir'' derlerdi. Ama askerler nedense pek sevmiyordu kitapları. Kitaplar iyi bir şeyse neden onları saklıyorduk. Bu çelişkiler içinde çocukluk yılları geçti. Ama değişen pek bir şey olmamış galiba. Gene kitaplar toplatılıyor... Kitapları toplatılarak yazılı düşünceleri engelliyorlar. Ya insan zihnindekileri? Bunları nasıl yok edecekler?

Mala educación, La [Bad Education] pedro almodovar''kötü eğitim '' adlı filminde oldukça etkili temalara yer vermiş bence ..bir kadının oğluna olan tutkusu ve kocasının bir travesti oluşu ,oldukça duygusal bir dille anlatılmış ..film , bir senaryo yazdığını söyleyen adamın ,bu senaryoyu yönetmene sunmasıyla başlıyor ..zamanla senaryonun ,gerçek hayattan alındığı anlaşılıyor ..yine sorularla beynini meşgul eden bir film ..izlemeye değen bir eser..ilk fırsatta izlemenizi öneririm ....


geçtiğimiz günlerde dikilide düzenlenen kamp , egenin doğal güzelliği içinde geçip gitti ..benim gördüğüm bazı olumsuz durumlara rağmen iyi geçti diyebilirim ..özellikle gündüzleri yaşanan sıkıcı zamana bir de okey oynayanların gürültüsü eklendi ..tabiki bu , benim okey oynanmasına karşı olduğum anlamanına gelmiyor ..elbette bunlar olmalı , ama bu tür bir kamp ortamında bence insanların daha iyi disipline edilmeleri gerekir ..bence, kahveye çevrilen o ortama bir kitaplık konulabilirdi ...bunun daha faydalı olacağından eminim..bu konuyu konuştuğum arkadaşım (organizasyonda görevi olan biri ) bunun da olması gerektiğini açıkladı bana , ama okey takımı sayısında da bir azaltma yaptıklarını da itiraf etti tabi ..bu güzel bir haberdi bence bu söylediği...akşamları ise daha hoş bir romantizm vardı , o güzel ege sahillerinde ..müziğin eşliğinde gökteki samanyolu geçidini izledik yeri geldiğinde ..ama geceye damgasını vuran bir başka olumsuzluk da , gençlerimizin ''halay çekme'' saplantısıydı ..en ufak hareketli ezgide ayağa fırlayan genç arkadaşlar, deniz kenarındaki kumsala kurulu sahneyi , sanatçıları ve bizleri bir toz bulutu içinde bıraktı ..bazen sevdiğimiz şeylerin dozunu kaçırıyoruz sanırım ..halayı bu şekilde görmek istemem açıkçası ...

bütün bunlara rağmen , güzel arkadaşlıklar kurulduğunu gördük , gerçekten hayatı yaşadığımız bir 10 gündü ..-gerçi ben 5 gün kaldım orada-paylaşım gerçekten güzeldi ..tüm hayatımızın böyle geçmesi dileğiyle ayrıldık dikiliden ...

ve sonrasında yolumuz istanbul'da sarıyer'deki mehmet akif parkına düştü ..cuma ve cumartesi gecesi oradaydım ..güzel olan şeylerin yanında olumsuz şeyler de vardı !!müzik ziyafeti iyiydi ..sinema ve belgesel gösterimleri de oldukça faydalıydı bence..söyleşi ve paneller de öyle ..barışarock'ın anlamına yakışan şeylerdi bunlar !!yine kurulan standlar , insanlara bazı oluşumlarla buluşma şansı verdi !!oldukça kalabalık geçen bu seneki festival de benim için geçen seneki kadar kötüydü !!birçok apolitik tip maalesef ortamı ve barışarock'ın anlamını bir kenara bırakmış gibiydi !!ayrıca tuvalet kuyrukları , yemek kargaşası , işi iyice çekilmez hale soktu !!moğolların şarkısında ''bişey yapmalı '' diye bağıranlar haklıydı !!''bişey yapmalıydık'' !!ama bu asla hoplayıp zıplamak olmamalıydı !!!başka şeyler gerek kapitalizmi çökertmek için !!işin en ilginci o alana yiyecek satan kişileri kim getiriyor oraya ?? kola satmayan zihniyet tuborg satmayı sakıncalı bulmuyor ??birçok çelişki vardı !!2 sene önceki barışarocktan bu yana epey kan kaybetti bence bu festival !!bu sene gidişimin sebebi ,geçen seneki kötü izlenimin yok olacağı umuduydu ama öyle olmadı !!!1 ytl'lik gözlemeyi 2,5o ytl'ye satan zihniyet ; karşı olduğu kapitalizmin kucağına oturmuş demektir bence!!!

cem s.